19 Nisan 2015 Pazar

Eğitim alırken...


Bir odayı istediğimiz renge boyamadan önce “astar” denilen alt boyayı yaparak zemini düzgün ve yeni boyayı süratle emebilir hale getiriyorlar ki boyama işinin performansı artsın ve sonuç etkili olsun.

Aldığımız eğitimler için de aynı kural geçerli aslında. Bir eğitimin performansının artması yani sonuçlara etkin olarak yansıması için katılımcının zihninin temizlenmiş, yanlış birikimlerden arınmış, yeni verilecek donanıma  hazır ve uygun halde olması gerekiyor.

Aksi takdirde, boya için harcadığımız para gibi eğitim için harcadığımız emek ve para da boşa gidiyor ve aynı seyleri tekrar tekrar yaptığımız halde istediğimiz sonuçlara ulaşamıyoruz.
A.Nuray Ayaroğlu
İstanbul, 2006

Aranıyor...

Analitik düşünme yeteneğine sahip...

Detayları kaçırmayan...
Özgüveni yüksek...
Öngörüleri güçlü...
Hızlı ve doğru kararlar verebilen...
Takipçi ve ısrarcı...
Sürekli gelişim ve mükemmelliği hedefleyen...
Takım çalışmasını seven...
İkna yeteneği yüksek...
Her türlü problem için çözüm üreten...
İnsan ilişkilerinde başarılı, dinamik, araştırmacı...

Neredeyse her eleman aranıyor ilanında yukarıdaki tanımlamaların en az üç tanesi bazen de hepsi birarada bulunuyor.
Kurumlar, ilanlarına cevap veren adayları tekrarlayan mülakatlardan, birbirinden karışık testlerden geçirerek  aradıkları bu yetkinliklere sahip olduklarından emin olduktan sonra, yani ince ince eleyip, sıkıca dokuyarak işe alıyorlar. Ya sonra?

Korkarım ki aslında ilanda özelliklerini belirttikleri kişileri aramıyor kurumlar! 
Yanlış anlaşılmasın lütfen, adayları kandırıyorlar demek istemiyorum ve  evet, gönüllerinden geçen bu adaylara ulaşmak ve onlarla çalışmak tabiiki. 

Ancak, bir çok kurumda bu özelliklere sahip oldukları için çalışanlar ya hayatlarından bezdiriliyor ya da kaçırılıyor!
Örneğin; heyecanla üretilen çözümler “burada işler böyle yapılmaz” diye geri çevrilirken, özgüven yüksekliğine dayalı fikir beyanları ve itirazlar  “asilik” diye adlandıralabiliyor ya da güçlü öngörülerle yapılan teklifler “ ukalalık” diye...

Bir diğer gözlemim ise şöyle; kurumlar kendilerini ileriye götürecek çalışanların profilini bazen mevcut çalışanlarında bulamadıkları, eksikliğini duydukları yetkinliklerden oluşturuyor ve aslında doğru nitelikteki adayları arayarak başlıyorlar işe. Ancak, yüzlerle aday arasından seçtikleri bu niteliklere sahip kişileri, bu niteliklere sahip olmayan mevcut yöneticilerin önüne atıyorlar performans çıkarsın diye. Sonucun ne olduğunu hepimiz biliyoruz değil mi...

Sürekli gelişim ve mükemmelliği hedefleyen ve analitik düşünme yeteneğine sahip olduğu, her türlü problem için çözüm ürettiği, bu arada detayları da kaçırmadığı için hızlı ve doğru kararlar verebilen bir çalışan özgüveni yüksek olduğu için düşündüklerini çekinmeden dile getirdiğinde ve bu fikirlerinde takipçi ve ısrarcı olduğunda başına neler geliyor dersiniz...
A.Nuray Ayaroğlu
İstanbul, 2006

Empatiye inanmıyorum...

Kelimenin aslı latince: Anlamı; içini hissetmek... Kulağa ne hoş geliyor değil mi?   

Raflar dolusu kitap, her birinin başına “empatik” sözcüğü eklenmiş  seminerler hep aynı şeyi anlatıyor. Önerdikleri yöntem de aşağı yukarı aynı: Kendinizi karşınızdakinin yerine koyacaksınız ve böylece onu daha iyi anlayabileceksiniz. Yabancı dilden çeviri daha süslü söylemler de var, karşınızdaki kişinin ayakkabılarını giymek gibi...

Sizce de empatiyi konuştuğumuzun yüzde onu kadar uygulasak hayatımızin her alanı daha farklı olmaz mı?

Bazı kavramlar vardır ki, hakkında konuşurken ya da başkalarına akıl verirken hiçbirimiz mangalda kül bırakmayız. Ancak, iş hayata geçirmeye gelince pek çoğumuz sınıfta kalırız. Empati de  konuşması kolay, uygulaması  en zor   kavramlardan biri bana göre. Bu yüzden duyduğumda inanmakta zorluk çekiyorum.

Uygulamanın neden zor olduğunu anlamak için sözlükte empati sözcüğünün karşılığına bakmak yeterli.  Empatinin sözlüklerdeki karşılığı; bir başkasının ne hissettiğini anlayabilmek yetisi. Bu kısacık cümle içinde iki önemli cümlecik  barındırıyor: 

Öncelikle, “bir başkasının ne hissettiğini” diyerek, bir başkasının, aynı durum karşısında, benim hissettiğimden farklı bir şey hissediyor olabileceği olasılığını hayatın gerçeklerinden biri olarak kabul ettiğimi ifade ediyorum.
Bizim en büyük iletişim kazalarımız zaten bunu kabul etmeyişimizden kaynaklanmıyor mu? Her tartışmada en sık duyduğumuz ya da sarfettiğimiz sözler  “sana öyle geliyor” şeklinde  değil mi? Sonrasında da  “olur mu canım öyle şey” ya da “saçmalık” anlamına gelen sözcükleri tartışma ortamına göre değişen şekillerde bazen daha kaba, bazen daha zarif, bazen daha politik olarak söylemiyor muyuz?
Ve aslında hiç farkında olmadan çok doğru bir tespit yapıyoruz. Evet, ona öyle geliyor, zaten önemli olan da ona nasıl geldiği. Çünki; ortaya koyduğu tavrı bu belirliyor.

Hepimizin   duygularımızla ilgili olarak ihtiyaç duyduğu geribesleme onaylanmak iken, hepimizin aynı anda bu geribeslemeyi alması için ön koşul  nedir sizce?  İnsan gibi herbiri biribirinden ayrı olduğu gibi, herbiri kendi içinde de sürekli   değişen varlıklar arasında   böyle bir durum olası olabilir mi?

Duyguların mekanizması hakkında  düşünerek başlayalım.  (Duygu ve mekanik gibi zıt anlamlı  iki sözcüğün nasıl birarada olabildiğini de sonra ayrıca konuşmak gerek.)
En kestirme ve basit anlatımıyla, yaşadıklarımız karşısında hissettiklerimiz, tümüyle deneyimlerimizden kaynaklanmakta. Ya da bir başka deyişle, duyduklarımız, gördüklerimiz, öğrendiklerimiz  ve yaşadıklarımızdan oluşan zihinsel kayıtlar, karşılaştığımız durumlar karşısında hissedeceklerimizi neredeyse otomatik olarak belirlemekte. 
Doğal olarak hiçbirimizin kayıtları bir diğerininki ile tıpatıp aynı değil. Bu yüzden,  aynı koşullarda, aynı durumlarla karşılaşmış olsak bile bu durumlar karşısında hissettiklerimiz farklı olabiliyor. Babalarını kaybeden ikiz kardeşlerin bu kayıp karşısında farklı tepkiler vermesi gibi...

Başa dönmek gerekirse, önce herkesin deneyimlerine saygı duyduğumu  ifade ederek başlıyorum empatiyi tanımlamaya ve arkadan ikinci cümlecik geliyor. “... anlayabilmek yetisi”.
Yani bir de bu duyguları anlayabilme becerim olduğunu ekliyorum. Bu kadar basit anlatılabildiği ve anlatırken çok aklımıza yattığı halde nasıl oluyor da farklı  duyguları anlamakta ve anlayışla karşılamakta bu kadar zorlanıyoruz. 

Temel sebep bu farklılıkları zenginlik değil de anlaşmazlık diye algılıyor olmamız ki, bu da başka bir yazı konusu...

Özcümle herşeyin başına “empati” sözcüğünü bu kadar kolay eklemeyelim bence. Öte yandan bu konuda kaydedeceğimiz en küçük gelişim hayatımıza zenginlik olarak yansıyacaktır bunu da bilelim.

Ve son bir hatırlatma, sakın olaki empatiyi “sabır göstermek” ile eşleştirmeyelim. Sabır, içinde olumsuzluk barındıran bir sözcüktür. Birincisi, ''sabır  göstermek'', zorunlu olduğumuzu hissettiğimizde sergilediğimiz bir tavırdır. İkincisi de insan kendisine ters, kötü, uygunsuz gelen şeylere sabreder, üstelikte bir sonu vardır, tahammül sınırları giderek zorlanır hatta bu zorlama insanı hasta bile edebilir.

Hepimizin hayata açılan – ne kadar geniş olursa olsun- bir tek penceresi var. Empati  hayatın sizin pencerenizden gözükmeyen manzaralarını da görmenizi  sağlayan ve sizi zenginleştiren bir yaklaşımdır, yüzde yüzü yakalayamasak da ne kadarını becerebilsek kardır...
A.Nuray Ayaroğlu
İstanbul,2006

Sevgili Hapishanelerimiz

İnsan gençken daha köşeli oluyor… Fiziksel bedenimizi kasdetmiyorum tabii ki. Anlatmak istediğim,  zihnimizde varolan ve davranış olarak dışarıya yansıyan köşeler.

Belki haklıyız da, bluğ çağımızdan başlayan bir ”kendine yer edinme” kaygısı ile  sürekli kendimizi tanımlamaya ve hayatın içinde konumlandırmaya çalışıyoruz. Kendimizi tanımlamak için kullandığımız her ifadenin aslında  hayatın içinde kendimizi hapsettiğimiz açıkhava hapishanesinin duvarları olduğunu ilerleyen yaşlarda ( o da belki ) farkedebiliyoruz. 
Farkeden şanslılar duvarları indirmek için harekete geçiyor, ancak, heyhat! Duvarların dışında gençlikteki seçenekler kalmamış oluyor...
Bir film seyretmiştim yıllar önce, çok genç yaşlarda hapishaneye giren bir adam, cezası bitip hapishane duvarlarının dışına çıkacağı gün yaklaştıkça bunalıma girmişti. Çok ironik ama, kendini o hapishane ve mahkum kimliği dışında düşündüğünde bile o kadar güvensiz hissediyordu ki bu gerginlik onu hasta etti. İşin acı tarafı hapishaneden çıkıp özgürlüğüne kavuştuğu gün, intihar ederek yaşamına son verdi.

Biz de kendi kurduğumuz hapishanelerde kendimizi o kadar güvende hissediyoruz ki,  duvarlarımızın dışında gözüken herşeyi, neler kaçırdığımızı aklımıza bile getirmeden  reddediyoruz.

Bir insanın hayatında başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, ilerleyen yaşlarında ”keşke” ile başlayan cümleler kurmaktır. Bu cümlelerden oluşan, yani pişmanlıklarla dolu bir hayatı kim ister ki? Hiç kimse diyorsunuz değil mi?  Peki nasıl oluyor da hiç kimsenin istemediği bu tuzağa tuhaf bir şekilde neredeyse herkes düşüyor ve bundan nasıl korunabiliriz?

Programlarım sırasında karşılaştığım bazı katılımcılar o kadar geleceklerinden ümidi kesmiş, hayatlarından bezmiş oluyorlar ki, üzülüyorum. Bir hayatı harcamak bu kadar kolay mı olmalı. 

Bu yüzden hiç bıkmadan şu cümleyi tekrarlamaya devam ediyorum: Dışarıda ne olup bittiği değil, sizin içinizde ne olup bittiği önemli. Olayları algılayışımız ve tepkimiz kafamızda olan bitenlerden kaynaklanıyor. Bu yüzden aynı durum karşısında herbirimiz farklı tepkiler veriyoruz ve    hayatımız tepkilerimizin toplamından oluştuğuna göre, aslında hayatımızı değiştirmek için ne yapabileceğimiz gayet açık gibi. 

Kafamızın içinde, düşünce sistemimizde, inançlarımızda yapacağımız her türlü değişiklik tepkilerimize yansıyacaktır. 

Ancak, yine ne tuhaf ki herbirimiz karşımızdakinin ya da koşulların değişmesini ısrarla talep ederken, kendimizde değişiklik yapmaya hiç gönüllü değiliz... 

Öte yandan ne yapsak yaşadıklarımızın değişmeyeceğine dair öyle katı inançlarımız var ve  hiçbirşey yapamayacağımıza o kadar yürekten inanıyoruz ki bizi engellemesi için kendimizden başka hiç kimseye ihtiyaç yok...

Bir başka ortak önyargımız ise, hayatlarının bizden iyi olduğunu düşündüğümüz insanların  ne kadar ''şanslı''olduğu konusunda. 

Arabayı severek  kullananlar bilirler ki  arabada kendimizi en rahat ve güvende  hissettiğimiz yer sürücü koltuğudur. Hayat da bizim arabamız gibidir.  Araba da bile sürücü koltuğunu bırakmazken hayatımızda nasıl bu kadar rahat başkalarına bırakıyoruz idareyi. 
Sakın sorumluluktan kaçmak istiyor olmayalım...

Kendinize bir küçük iyilik yapın ve hemen bugün neyin değişmesini istiyorsanız o konuda sorumluluk alma ve kendi ödevinize çalışma kararı alın.  Cesaretiniz kırmak isteyenlere ve ”olmaz ki şarkısı” söyleyenlere ise aldırmayın, başardığınızda arkanızdan  ”şanslı” diyecek olanlar da onlar.

Yok eğer hayatınızın ”keşke” ile başlayan cümlelerden oluşmasını istiyorsanız bırakın sürücü koltuğunu başkalarına. Ama, sonra şikayetçi olmak, hayat bana neler yaptı demek yok.
A.Nuray Ayaroğlu
İstanbul, 2005

Hedeflerle yaşamak...

Düşünüyorum da; bir terslik var gibi geliyor bana...

Hani bundan on - onbeş yıl önce zararlı ve yasak olan yiyeceklerle ilgili durum şimdilerde değişti ya, zavallı yumurta için neler okumadık ki yıllarca. Ya garibim tereyağı...

Aynı şey bazı fikirler için de geçerli bence...

Son zamanlarda neredeyse heryerde bir “hedeflerle yaşamak” konusudur gidiyor. İşin hoş tarafı bende çok konuşuyorum seminerlerimde bu konu hakkında, hatta en ateşli savunucularından da biriyim. 
Bu bir fikrim değişti itirafı değil yanlış anlaşılmasın lütfen.  

Hedeflere sahip olmak pek tabiiki çok önemli ama ben diyorum ki; herkes kocaman hedefler peşinde koşmak zorunda değil, sanki şimdilerde insanlara bu monte ediliyor gibi.

Oysa ki; önemli olan insanların kendilerine karşı açık ve dürüst olabilmelerini, hayatlarının sorumluluğunu alma konusunda  istekli olabilmelerini sağlamak.

Öte yandan   bu sonuç odaklılık ve hedeflerle yaşama felsefesine o kadar kilitleniyor ki bazıları   “insani”   değerler neredeyse iyice arkaya itiliyor. O hep örnek aldığımız “gelişmiş” ülkelerin artık terketmeye başladığı  “neye mal olursa olsun”   yaklaşımı bizde hala moda...

Başarının algılanışını değiştirmekle başlamak, başarıyı başkalarının çerçevesinden özgürleştirmek lazım. 

Başarı, aslında kişinin kendini mutlu hissettiği anla özdeş olmalı değil midir? 

Babasının istediği okulu bitiren kişi bu okulu bitirdiği için başarılı mıdır? Yoksa, bu okul kendi bitirmeyi istediği okul olmadığı için başarısız mıdır? 

Peki mutlu mudur? Babasının hayalini gerçekleştirdiği için evet diyorsunuz değil mi... Ya kendi hayali, e onu da ileride kendi oğlu gerçekleştirir canım, çocuklar ne içindir zaten değil mi... 

Çok mantıklı cevaplar verdiğinizi  duyar gibiyim, zaten iş konuşmaya gelince hiçbirimiz mangalda kül bırakmıyoruz, mühim olan başımıza geldiğinde ne yaptığımız oysaki. 
Kendimize dürüst olalım başımız taşa dokunduğunda bu kadar sakin düşünemiyor, bu mantıklı açıklamaları kendimize sıralayamıyoruz. Çok da haklıyız,  zor çünki...

O zaman hayatı ve kendimizi algılayışımızda daha köklü değişiklikler yapmak lazım diyorum. 

Tabiiki zor... Onun için bu konu hakkında daha çok düşünmek, yazmak, çizmek gerek...  
A.Nuray Ayaroğlu
İstanbul, 2006

Herkes karnından konuşuyor...

Neden birbirimizi bu kadar yanlış anlıyoruz? Cevabı basit: Kimse düşündüğünü açık açık söylemediği için. 
“Ben söylüyorum” diyenler için devam ediyorum.

Özellikle bir diğer insanın hoşuna gitmeyeceğini düşündüğümüz şeyleri söylemek zor gelir bizlere, daha söylemeyi düşünmeye başladığımızda bile karşı tarafın tepkisini düşünerek gerilebiliriz. Bazen bu gerginlikten tırsıp söylemekten vazgeçer, karnımızdan konuşmaya başlarız. 
İşte gizli ajandalarımız o anda oluşmaya başlar ve konuşamadıkça da bu ajandanın içi doldukça dolar.

Geribesleme verme konusunda toplum olarak gelişmeye ihtiyacımız var bence. Geribeslemeyi sadece eleştirmek diye algılamaktan vazgeçerek başlayabiliriz, böylece geribesleme alma konusunda da gelişiriz.

Yeri gelmişken, olumlu geribeslemeleri alma konusunda bile ne kadar sıkıntılı olduğumuzun farkında mısınız? İnsanlara sahip oldukları veya yaptıkları birşeyle ilgili iltifat etmeye başlayın bana hak vereceksiniz. 

Bizi öyle yetiştirdiler. Diyelim ki yaptığımız yemek için bile, ellerinize sağlık, çok güzel olmuş diyenlere, o yemeği yaparken çok uğraşmış ve yorulmuş olmamıza rağmen  “yok canım, siz daha iyisini yaparsınız” manasına gelen utangaç cevaplar veririz.  

Öte yandan da neredeyse hepimizin yaptığımız  şeylerin farkedilmediğinden şikayetçiyizdir. Ne tuhaf...


Kısacası olumlu geribeslemeleri bile almak ve vermek konusunda sıkıntılıyken olumsuz olanları nasıl ele alacağız.

Bu konu daha devam edecek...
A.Nuray Ayaroğlu
İstanbul, 2006

Her uzman kendi kopyalarını yaratmaya çalışıyor

Doğduğumuz andan itibaren sürekli ne yapmamız gerektiğini söylüyorlar ve bu, bazılarımızda öyle bir tembellik yaratıyor ki talimat beklemekten başka yöntem bilmez hale geliyoruz.

Söyleneni yapmayıp kendi yorumumuzu kattığımızda aldığımız geribeslemelerin dozuna göre de bazılarımız cesur bazılarımız daha az cesur (göreceli olarak korkak!) oluyoruz.

Bu iki olgudan genellikle şikayet etmekle birlikte, katıldığımız her kurs, seminer ya da okuduğumuz her kitap,  istiyoruz ki bize hemen kullanacağımız ve işe yarayacak yeni talimatlar versin. 

Fikirlerini bir sebepten ötürü değerli bulduğumuz  için kitaplarını okuduğumuz ya da seminerlerine katıldığımız her uzman kendi kişilik yapısına ve formasyonuna uygun olan ve de bu kombinasyonda işe yarayan doğruları anlatıyor ve savunuyor. 

Hiç farkında olmadan kendi kopyalarını yaratmaya çalışıyor sanki…

Mesela zaman yönetimi(!) için ürettiği aracın hangi satırını hangi renk kalemle yazacağımıza kadar detaylı bilgileri paylaşıyor bizimle. Oysa ben böyle bir ajanda kullanmadığı halde zaman yönetimi(!) konusunda çok başarılı olan insanlar tanıdım. 

Zaman yönetiminin gereksiz olduğu gibi bir düşüncem olduğunu söylemiyorum, hatta tam tersi, başarı ve kendini iyi hissetmenin en önemli araçlarından biri olduğuna inanıyorum. Ama, iki şeyin altını çizmek ihtiyacı hissediyorum

Zaman kimsenin yönetimi altına giremeyecek kadar başına buyruktur, dolayısı ile böyle bir başlığın konuyu yanlış ifade ettiğini düşünüyorum. Kelimelerin zihnimizdeki ve bilinçaltımızdaki sihirli gibi gözüken etkisinden ötürü bu isimlendirmenin bizi işin başından demotive ettiğine ( işi imkansız gibi gösterdiği için) inanıyorum. 

Bence doğru başlık “zaman kıstasında kendinizi yönetmek”.

Bence bu konuda insanlara yapılacak en büyük katkı ise konunun önemini farkettirerek hayatlarına yansıyacak olumlu sonuçları algılamalarını sağlamak ve onlara araç ve yöntem seçimi konusunda alternatifler sunup, kendi formasyonları doğrultusunda serbest bırakmak ki kendileri için en uygun yöntemleri geliştirsinler.
A.Nuray Ayaroğlu
İstanbul,2006